Organik tarımdaki bu yasal kısıtlamalar, yüksek maliyetler ve uygulanabilirlik zorlukları da çiftçilerimize Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı (GDO’lu) üretimin çok daha cazip gözükmesine sebep olmaktadır.
İnsanoğlu bugüne kadar sürdürmekte olduğu tarımsal faaliyetlerle, kendi yaşam alanı ve beraber yaşadığı canlı-cansız çevreye verdiği zararların her geçen gün farkına varmaya devam etmektedir. Son yıllarda önemi daha çok anlaşılan doğal kaynakların durumu, enerji sorunu, nüfus artışı, göç, kentleşme sorunları, tarım alanlarındaki sorunlar, sağlıklı ve yeterli gıda üretememe sorunu, çevre kirliliği ve doğal dengenin bozulması gibi sorunları üzerine doğa ile uyumlu, kaynakları doğru kullanan, sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen yeni tarımsal yaklaşımlar tüm dünyada yayılmaya başlamıştır. Bunlardan en önemlisi de organik tarımdır.
Organik tarım, pestisit gibi yapay dış girdileri kullanmaksızın, sürdürülebilir verimliliğe dayalı, çevreye ve insan sağlığına zarar vermeden, toprak verimliliğini ve gıda güvenliğini esas alan üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve kayıtlı olan sertifikalı bir üretim şeklidir. Bu sistem dünya ülkelerinde uzun yıllar kullanıyor olsa da Türkiye’de 90’lı yılların ortasından itibaren hayatımıza giriş yapmıştır. Bu nedenle de hem kavram olarak hem de uygulanabilirliği olarak ülkemizde bazı yanlış anlaşılmalar mevcuttur. Bunların başında da organik tarımın doğal tarım olarak görülüp doğal ürünler elde edildiğinin düşünülmesi gelmektedir. Bu yüzden tüketicimizin kafasındaki organik ürün doğal yetiştirilmiş üründür imajını iyice bir sorgulamamız gerekiyor.
Doğal tarım, zirai mücadele ilaçları, ticari gübreler, hormonlar ve sentetik organik maddeler kullanılmadan, geleneksel usullerle yapılan yapılan tarımsal faaliyetlerdir. Bu maddeler kullanıldığı halde yapılan tarımdan elde edilen ürünlerin organik olma özelliği ortadan kalkmaz ama doğal yapısı tamamen bozulmuş olur, dolayısıyla ürün artık doğal bir ürün değildir. Doğal tarımda hedef organik tarımdaki gibi ürün miktarını arttırmak değil tam aksine ürünün kalitesini ve niteliğini arttırmaktır. Bunu yaparken de insan sağlığını, ekolojik denge ve çevreyi korumak birinci önceliktir. Ayrıca, günümüzde bir ürünün organik ürün sertifikası alabilmesi için bazı kriterlere uyması gerekmektedir.
Bunların başında da üretim esnasında kullanılan tohumun organik ve konvansiyonel sertifikalı tohum olması gerektiği geliyor. Ancak organik tohumlar şu anda sadece üç beş büyük tekel firma tarafından üretiliyor ve tüm dünyaya dağıtılıyor. Bu tekelleşmiş sistem ise biyoçeşitliliği ve güvenliği yani bir anlamda da farklı coğrafyalarda farklı çeşitlilikte ürün yetiştirilmesini engelliyor. Biyoçeşitlilikteki bu daralmanın ekolojik sistemi nasıl etkileyeceği ise şuan için pek sorgulanmıyor. Yani aslında doğal ürün imajı altında pek de doğal olmayan bu tohumların başka ekosistemlere taşınmasından dolayı ortaya çıkabilecek yeni mutasyonların ve türevlerin sonuçlarını kimse henüz hesaba katmış değil.
Bu konuyla alakalı yasal mevzuata baktığımız zaman ise organik ürün tanımında kullanılan materyalin organik girdi olarak adlandırıldığını yani yukarıda bahsettiğimiz organik tohumun kullanılmasını zorunlu kılan bir ifade olduğunu görüyoruz. Ayrıca biliyoruz ki Türkiye’ye her yıl, 2 milyon tona yakın genetiği değiştirilmiş (GDO’lu) mısır, soya, pamuk ve kolza hiçbir denetime tabi olmadan girmekte; yem rasyonlarına katılmakta, işlenmekte ve 800 çeşidin üzerinde ürün olarak tüketici sofrasına ulaşmaktadır. Üreticinin elindeki doğal tohumlar yavaş yavaş imha olmuştur. Türkiye’de daha önce üretimi ve dağıtımı yasak olan GDO’lu tohumlar, 2006’da yürürlüğe giren 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu ile yasallaştırılmış ve ekonomik menfaatler uğruna ülkenin GDO ile işgaline ortam hazırlanmıştır. Tohumculuk Kanunu her hali ile Türk tarımına büyük bir darbe vurmuştur. Yani hazırlanan bu yasalar da belki istemeden bile olsa bu uluslararası tekel firmalara hizmet edip onların kârlarını arttıracak şekilde işliyor. Sadece belirli bir girdinin kullanılmasına izin vererek doğal tarım yapmaya çalışan küçük çiftçinin de farkında olmadan önünü kesiyor. Bu firmalarla hiçbir şekilde rekabet gücü olmayan çiftçi bir süre sonra uzun yıllardır sürdürdüğü doğal tarım teknik ve usullerini terk edip sertifika alabileceği şekilde tarım yapmaya zorlanıyor. Çünkü kendi malını pazarlara, büyük dağıtım zincirlerine ulaştırmasının başka yolu kalmıyor. Bu da farklı ürünleri farklı metotlarla yetiştiren çiftçilerimizin bir süre sonra tamamen ortadan yok olacağını gösteriyor bizlere. Bunun belirtileri de aslında son 15-20 yıl içerisinde Hindistan, Brezilya, Arjantin gibi ülkelerde küçük çiftçi intiharları ile görülüp yaşanıyor. Ayrıca ülkemizde de bu intiharlar yaşanıyor. Köylü, fındığını pazara döküp yakıyor, domatesini, soğanını, patatesini, çayını, şeker pancarını, elmasını karayoluna boşaltıyor, yaşadığı zorluklar sebebiyle gidip intihar ediyor, borçlarını ödeyemiyor.
Organik tarımdaki bu yasal kısıtlamalar, yüksek maliyetler ve uygulanabilirlik zorlukları da çiftçilerimize Genetiği Değiştirilmiş Organizmalı (GDO’lu) üretimin çok daha cazip gözükmesine sebep olmaktadır. Ticari anlamda fahiş fiyatlar insanları aldatmaktadır. Ne yazık ki insanları kandıran böyle bir endüstri var. Çünkü daha az emekle bol ve firesiz ürün almayı kim istemez ki? Üstelik de, bu tohumlarla üretilmiş ürünlerin ülkemize ithali yıllardan beri serbestken ve bu konuda da herhangi bir denetim uygulanmazken, çiftçimizin kısıtlı olanakları, imkansızlıkları ile özendirici GDO’lu tohumların karşısında durabilmesini, direnebilmesini istemek fazla iyimserlik olmayacak mıdır? Azgın rekabet koşulları bunu dayatmaktadır, buna mecbur etmektedir. Çiftçilerimiz, üreticilerimiz madem ithali serbest, üretimi de neden serbest olmasın diyor, haklı olarak. Üzücü olan, ufkumuzu karartan Türk tarımının, Türk çiftçisinin kırk katıra mı kırk satıra mı mecbur edilmesidir. Çünkü GDO’lu ve konvansiyonel tohumların da patentlenmiş olmasından dolayı, bu tohumlarla üretim, doğrudan gıda güvenliğimizi ve gıda konusunda dışa bağımlılığımızı belirleyecek bir husustur. GDO’lu üretim serbest bırakıldığında, mevcut koşullar içerisinde bugüne kadar mağdur edilmiş Türk çiftçisinin bu tohumlarla üretimi tercih etmekten başka seçeneği olamayacaktır. Bu da birçok çiftçinin, bu tohumları üreten tekelleşmiş uluslararası firmaların pençesine düşmesi demektir ki, bunların eline düşen çiftçi sayısının katlanarak artması, Türkiye’nin de daha da dışa bağımlı hale gelmesidir.
Dolayısı ile GDO her ne kadar açlığa, kıtlığa çare olacak, çiftçiyi kalkındıracak, biyoyakıt üretiminde kullanılarak çevreye de katkı sağlayacak yeni ve modern bir tarım tekniği olarak lanse edilse de madalyonun öteki tarafında, bu ürünler için gerekli olan tohumların Dünya’da sadece 3-5 uluslararası firmadan sağlanabiliyor olmasının yol açtığı GDO üretimindeki bağışıklık ve bağımlılık nedeni ile bir kere GDO’lu üretime başlarsanız, elinizi verirseniz kolunuzu kurtaramayacaksınız; hem devlet hem de çiftçi olarak bu şirketlere mahkum olacaksınız, diğer tarafta da doğanızı, çevrenizi, gen zenginliklerinizi ve geleceğinizi riske edeceksiniz.
Tabloya tüm bu açılardan da baktığımız zaman bir tarım ülkesi olarak tanımlanan ve gelir kaynağını tamamen tarımdan elde eden çiftçilerimizin olduğu ülkemiz, yasal düzenlemelerini de küçük çiftçilerini koruyacak, onların hayatlarının kolaylaştırıp özgürleştirecek şekilde yeniden ele almalıdır. Teşvik edici tedbirler arttırılmalı, çiftçilerimizin özellikle de ürünlerini aracılar olmadan doğrudan satabileceği kanallar oluşturulmalıdır. Bunun dışında tüketicimizin bilinçlenmesi, doğal tarım ile organik ve konvansiyonel tarımı ve buralardan gelen ürünleri ayırt edebilmesi, doğal tarımın geliştirilmesi için ilköğretimden itibaren doğal tarım ve doğal ürün konusu müfredatlara eklenmelidir. Tüm bunlar sağlıklı beslenme ve sağlıklı bir toplum için başlangıç olacaktır. Geleceğin sağlıklı ve daha mutlu nesilleri için besin kaynaklarımızda da doğal tarımın payının yükseltmeye mecburuz.
Sadık Çelik
Keyveni Kurumsal Hazır Yemek
Yönetim Kurulu Başkanı